18 Mart 2010 Perşembe

Biri yer, biri bakar


Birileri yer birileri bakar, kıyamet bundan kopar demiş atalarımız.

Geçmişin bu caanım atasözü, günümüzde evrimleşti mi ne!

Birileri çalar, halkım bakar. Tısss…

Birileri tekeli özelleştirir, tekel yabancılara peşkeş çekilir. Halkım sadece raflara bakar, çeşit çeşit rakıdan seçim yapar. Tek derdi yaş üzüm rakısı mı olsun, yoksa diğeri midir.

İşçiler ağlar, memleket batar. Ve halkım sadece bakar.

Bakkal amcaya “yaz deftere” diyemiyorsak eski zamanlardaki gibi, çocuklar aile defterlerine yazdırarak “bi pepsi” içemiyorlarsa artık,

Bakkallar yele kapılmışken baktıysak trene bakar gibi,

“Bozaaaaa” sesleri uzaklaşırken bizden kulaklarımızı tıkadıysak.

Şimdi sıra eczanelere geldiyse, artık BIM’lere kurban ediliyorsa bir başka sektör ve herkes sadece seyrediyorsa hiçbir şey olmuyormuşcasına, tüm bunlara sadece bakıyorsa,

Sırada devlet hastanelerinin özelleştirilmesi varsa,

Aslında memleketimiz sessizce, için için parçalanıyorsa,

Ve hepimiz bakıyorsak…

Hala kıyamet kopmuyorsa,

Kıyameti de geçtim çatlak sesler bile duyulmuyorsa,

Bilmiş de demiş atalarımız:

“Biri yer, biri bakar, kıyamet bundan kopar.”

Sanırım kıyamet ucu ancak hepimize dokunduğunda kopacak.

İyi Kötü


İyilik ve kötülük görecelidir kanımca.

Kime göre iyisiniz, kime göre kötü?

Ve kime iyisiniz, kime kötü?

Maria Magdalena nam-ı diğer Magdalalı Meryem Hz İsa’dan önce bir fahişeydi. Birilerine göre kötüydü. Hz İsa ise onu taşlanmaktan kurtardı.

RTE ailesine göre bir melek, maden işçilerine göre gulyabani.

Atatürk ben ve benim gibi düşünlere göre en iyi, kurtarıcı, lider, sevgi, ışık, birilerine göre diktatör, kötü.

Birilerine göre kendi dininden olan “iyi”, diğerleri “ötekiler” kötü.

Sana iyilik yapan iyi, düşmanının dostu “kötü”.

Bugün dost olduğunuz “iyi”, yarın düşman olunca “kötü”leniyor.

İyilik ve kötülük görecelidir ve hepimizin içinde hem iyi hem kötü barınmaktadır. Dualite denen hadise budur. İşin sihiri bunu kavramaktadır.

İyilik kötülük, hayır şer, pozitif negatif, karanlık aydınlık gibi dualite hallerini çoğaltabilirsek de anlaşılması gereken birbirinin zıttı olan bu haller hali aslında bir bütündür ve içimizdedir. Ve görecelidir.

Androjen olmadığımıza göre? *

Hz İsa’nın Maria Magdalena’yı taşlanmaktan kurtarırken kalabalığa söyledikleri hepimizin içindeki iyi ve kötüyü özetliyor sanki:

"İlk taşı hiç günah işlememiş olanınız atsın.."

*Ezoterizme göre dualitenin olmadığı hal androjenlikle ifade edilir.

Modern Köleler


Sessizliğin sesi diyorlar kendilerine. Modern köleler onlar bence.

Seslendirme sanatçıları onlar. Hayallerimize can verenler, görüntülere sesleriyle ruh katanlar.

Tek kanallı tv’den bu yana, onlar her akşam evimizin konukları.

Hiç provasız, ekranda başka dilde konuşan insanların sesi olabilmek nasıl bir iştir? Nicholas Cage de konuşsanız, Demi Moore’da ya da Polat Alemdar’ı da durum aynı. Bazen otistik, bazen sarhoş, bazen deli, bazen hiperaktif.

Deli işi mi, fazla akıl işi mi bilemiyorum ama; bu insanüstü işi yapan değerleri üç kuruş paralara çalıştırdıklarını biliyorum. Üç kuruş paraya, herhangi bir sosyal güvencesi olmadan ve kıymet bilinmeden.

Hangi jenerikte görüyoruz ki seslendirenleri?

Elbette medyatik bir isimseniz, siz de seslendirme yaparsınız ve elbette üç kuruştan fazlasını(!) alırsınız. Belki bu yüzdendir bu medyatik seslendirmecilerin seslendirme sanatçılarının içler acısı durumunu gündeme getirmeyişleri. 'Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın canım.' hadisesi.

Ben medyatiğim ve herkes biliyor ki o çizgi film karakterini ben seslendirdim, ee, paramı da aldım, belamı mı isteyeceğim ki?

Seslendirme sanatçıları köhne seslendirme stüdyolarında üç kuruşa çürürken,

İki kuruşa bir sertifika sahibi olan seslendirme sanatçısıyım diye ortalarda dolaşırken,

Medyatik isimler bir seslendirmeden duayenlerin onlarca işinin on kat fazlasını alırken,

Bu işin duayenlerinden kimselerin haberi yokken,

Kocaman bir sektörün kocaman çarkları bu ustaları öğütürken,

Yurtdışında bu işi yapanlar jaguarlara binerken,

Onların işi oyunculuktan da zorken…

Türkiye’min bir başka gerçeğiyken, maden işçisinden farkları yokken, hatta sosyal güvenceleri olmadığından daha beter bir haldeyken…

Stüdyoların da kanalların da medyanın da bilip de bilmezden geldikleriyken…

Utanıyorum ben.

Giderken yaşatmak


Oldum olası gömülmek istemiyorum. Ölü bedenimin kurtlarca yenmesi fikrine deliriyorum. Ve yıllardır eşe dosta vasiyet ediyorum:

“Ben ölünce sakın beni gömmeyin, yakın beni ve denize savurun küllerimi.”

Bu sebeple de yaklaşık 2 sene önce tüm organlarımı bağışladım. Tam bağış yaparken yanımdaki avukat arkadaşım “Türkiye’de bu olaya güven yok. Bu bilgiler organ mafyasının eline geçiyor bence. Can güvenliği olduğuna inanmıyorum” dese de hala sağ salim, hayattayım. Bu yazıdan sonra ne olur bilinmez ama şimdilik buradayım.

Bana bu yazıyı yazdıran acılı bir aile aslında. Kızlarının beyin ölümü gerçekleşmiş ama onlar organlarını bağışlamak istememişler.

Prof. Dr. Aydın Dalgıç diyor ki “Beyin ölümü olmuşsa hasta ölmüştür. Halkın kafasını karıştırmak yanlış…Buket yaşatılabilir ama ancak başka insanlarda. Bu nedenle aileye başsağlığı diliyorum ve organ bağışını yeniden düşünmelerini istiyorum.”

Bir tarafa evladınız, kaybetmişsiniz ama yaşıyor gibi, hala soluk alıyor. Diğer tarafta onlarca hasta, halen yaşıyorlar, ama soluk almakta zorlanıyorlar. Belki sayenizde daha onlarca yıl yaşayacaklar.

Biri sizin canınızdan, kanınızdan, diğerleri de başka anne babaların canından, kanından.

Biri sizin çiçeğiniz koklamaya kıyamadığınız, kokusundan vazgeçemediğiniz, diğerleri de başka birilerinin.

Zor…

Onlar için zor belki ama, sizin bir seçim şansınız var. Kendiniz için, kendi organlarınız için.

Giderken yaşatmayı seçin.